Dünyayı Anlamak, Algılamak ve Tariflemek
Biz, gezegenin insanları, dış dünyayı anlamaya can atıyoruz. Analitik düşünceli kişiler ya salt anlayabilmek adına ya da kariyerleriyle ilgili açıkça ortaya konmuş problemlerle uğraşmak açısından vuku bulan her çeşit olayı anlamaya çalışırlar. Bu tur insanlar doğuştan analistler (azınlık kısım) ile bu tur yetenekleri sonradan iş hayatında edinmiş kişilerden oluşur, örneğin bilim adamları, bankacılar, teknisyenler gibi. Şairlerin, sanatçıların ve müzisyenlerin ki maalesef onlar dünyanın büyük bir çoğunluğunu oluşturmazlar, dünyayı görme sekli ise imajlar, semboller ve deneyimlere (yapılandırılmamış gerçeklere) dayanır. Bu nedenle de bu tur insanlar Realite’yi doğrudan algılamaya çok daha yakındırlar. Tabii dünyayı algılamanın farklı yollarının da olduğunu söylemeye gerek yok. Ama insanların çoğunun çok belirli bir amacı vardır: geleceği görebilme, yani şimdiki hayatin sonuçlarını öngörebilme. Bu şekilde onlar ancak bir şekilde kendi iyilikleri ile ilişkili olan, sinirli sayıda olayla ilgilenirler.
Fakat, anlama yolu ne olursa olsun, akılda tutulması gerekir ki bir olayı ya da konuyu (ya da ne olursa olsun bir şeyi) anlayabilmek için, bir kişinin onu önce duyu organlarıyla algılaması gerekir. Bir başka deyişle, açık ve bozulmamış bir algılama, ancak gerçekliğin yeterince algılanması ile mümkündür. Bu aşamada modern insan, varlığından bile haberdar olmadığı için çözemediği bir problemle karşılaşır. Bu problem, insanlığın evrimi boyunca algılamanın bütünlüğünün parçalanması sureciyle ile uğraşır. Ve sanki Bay Analist’in muzaffer çığlığının duyulmadığı bir yer yok gibi görünür. Sosyal reformlar ve insanın içinde bulunduğu şartlar, sonunda davranış kalıplarını belirlemeye başladı. Sufizm öğretisinin bir muridi olan G Gourdgiev’in 20. yüzyılın başında insani bir makine ile karşılaştırmasına şaşmamak gerek.
Hayatının çoğunu C Castaneda’nin çalışmalarını yaymakla geçirmiş olan A Ksendzyuk’a göre, biz algılarımızı küçük parçalara ayırdık, onlara isimler verdik, onları insanlaştırdık ve Realite ile aramızdaki mesafeyi gitgide daha da büyüterek Realiteyi sınıflandırmaya başladık. Böylece dünya doğrudan deneyim ve algılamadan, spekülatif şema ve tanımlara dönüştü. Sonuç olarak bugün kendi tasarrufumuzda öte dünya ile ilgili birbirinden izole – sosyal, bilimsel, felsefi, dini, okult ve daha birçok – farklı tanımımız var. Bu tanımların her birinin, bir zamanlar onu hayata getiren Realiteye çok uzak olduklarını söylememe gerek yok. Bu tanımların fantazmal yeterliliği, her birinin iç mantıksal tutarlılığına bağlıdır. Bir kişi Kızılderililerin öte dünyayı “illüzyon” anlamına gelen “Maya” olarak adlandırdıklarının farkına varabilir. Her ne kadar çelişkili görünürse görünsün, geleneksel okült bilimler gerçekliği yansıtmazlar. Onlar, çekici ve kafa karıştırıcı olan bir dünya tanımını temsil ederler, ama gene bu tanımlama da tüm diğer tanımlamalar kadar sınırlı ve kısıtlanmıştır.
Bu bağlamda, öğretmenin en zaruri ve daimi görevi, çırağını diş dünyanın yalnızca Realitenin bir tanımlaması olduğuna ve nüfus edilemez bir duvarın onları ayırdığına ikna etmesidir. Bu başarılması çok zor olan bir görevdir. Çoğu mistik okulun öğrencilerinin bu tur bir anlayışa ulaşabilmek için uzun yıllar boyunca ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaları bundandır. Kozmik Enerji ekolünde öğretmenlik surecinin çok da kolay olmadığı konusuna katılıyorum. Ancak bizim kadim yogi geleneklerine göre bir avantajımız var – öğretmen öğrencilerinin bilinçlerini belli bir kozmik titreşim frekansına uyumlar ve onları Realitenin garip tanıdık olmayan bir sekline açık hale getirir. Bu durumda öğrenci mevcut herhangi bir tanımı kullanamaz, çünkü böyle bir tanım yoktur. Böyle olunca Realite ile doğrudan temasa geçmeyi öğrenirken, titreşimleri yalnızca kendi duyu organları ile algılamak zorundadır.
En başında bir mürit bazı bilinen tanımlara başvurur. Ancak pratik kazandıkça ayni anda bir ya da birkaç titreşim kanalını açabileceği hareketler sergiler. Bu anda öğrenci yaptığı şeyleri kelimelerle açıklayamaz, ama edindiği becerileri sergilemeye hazırdır. Kozmik Enerji uygulayıcıları oldukça pragmatiktirler, kozmik enerjiyi ve zamanı idareli kullanırlar. Öğretmenlerin öğrencilerini gündelik hayatlarında faydalı olacak kanallara uyumlaması bundandır. İlk evreler şifaya yönelik frekansları içerir. Birinci evreyi gecen öğrenci, eğer yeterince azme ve sabra sahipse ve kendisini bunu yapmaya muktedir hissediyorsa iyi bir şifacı olabilir. Okuyucunun dikkatini bir noktaya çekmek isterim ki, kozmik enerji yapan kişi seans sırasında Realite ile doğrudan temas halindedir.
Problemlerimizin çoğunun, insan yaradılışının deneyim ile büyüyeceğini farz eden düşünceden kaynaklandığını söylemek için her türlü nedenim var. Bu şekilde daha da karmaşık tanımlar yarattığımızı farkına bile varmıyoruz. Sonuç olarak, Realitenin doğrudan algılanması gitgide daha da daralıyor. Bunu gerektiren enerjetik nedenler de var. Burada, “insanın algılamasının çağlar içerisinde değiştiğine inanan Meksika Kızılderili’si bir saman olan Don Juan Matur’dan alıntı yapmak istiyorum. “Gerçek zaman moda karar verir. Zaman sayılamayacak kadar fazla enerji alanlarından hangisinin kullanılacağına karar verir. Ve zamanın modalitesini -bu az sayıda, seçilmiş enerji alanlarını- işlemek, mevcut tüm enerjimizi alır ve bize diğer enerji kanallarını kullanmamıza yardım edecek hiçbir şey bırakmaz.”
A. Ksendzyuk bunu su şekilde açıklar. Dünya tanımının sağlıklı bir parçası olabilmek için her dış sinyal çeşitli dönüşümlerden geçer. Bu dönüşümler o kadar ciddi boyuttadır ki insan iç dünyamız ve Realite arasındaki bağın ne kadar zayıf olduğuna şaşırabilir. Buradaki paradoks bizim tam da bu Realitenin ayrılmaz bir parçası oluşumuzdur. Biz Realite’nin içinden Realite’nin kendisine yönlenmiş birisiniz, fakat bu isin o kadar suni, deforme ve soluk ki…
Böylece, doğrudan algılama anından bir imaj ya da düşüncenin oluşmasına kadar (ki bunların insani afallatıcı kombinasyonu dünya tanımımızın esasini oluşturur) inanılmaz miktarda fazla enerji kaybederiz. Bu miktar o kadar büyüktür ki başka hiçbir şey algılayamaz oluruz. Bizim beynimizin icadı -dünya tanımımız- bizi kendisine sımsıkı bağlayarak onun sınırları dışındaki şeyleri algılama fırsatından mahrum bırakır. Biz esasında bu tanımın zahmetliliğine yakalanırız! Şunu söylemeliyim ki bir çok mistik okul ve ezoterik öğreti öğrencinin orijinal dünya tanımını kırmaya çalışır. Tanımların ötesine geçerek Realiteyi doğrudan deneyimlemeyi tavsiye ederler. Her bir okul bu tanımlardan kurtulmak için kendi tekniklerini kullanır. Ancak bunların çoğu, çok uzun sureli cabayı, mahrumiyet gerektiren bir yasam tarzını gerektirdiği için uygulaması çok zordur ve böylece kendi hayatlarını yasayan sıradan insanlara imkânsız görünebilir. Bizim kozmik enerji geleneğimiz kozmik titreşimlerin doğrudan algılanmasını içerdiğinden bir şekilde yardımcı olabilir. Çok üzülerek kabul etmeliyim ki birçok kozmik enerji dalı, Realite’yi tanımlama karmaşıklığına doğru giden bir yolu takip ediyor. Bu çıkmaz dallar, iletişim teorilerinden, sinyal iletim prensiplerinden, bilginin antenden alıcıya iletilmesi sırasında şifrelenmesi ve şifrenin çözülmesi metotlarından, yani insanın dış dünyayı algılamakta kullandığı teknik yaklaşımlardan ödünç alınmış, güdümlü ve şifreli düzenlemelere yol açıyorlar. Ama insan bir bilgisayar ya da televizyon seti değildir! İnsan Tanrı’nın tarattığı bir varlıktır ve onu doğal sayılardan oluşan ikili bir koda ya da bağdaşık bir lazer ışımasının akışına indirgemek korkunç bir hatadır. En trajik şey ise birçok teknik disiplinin Galileo’nun “… Anlamadıkları şeyler hakkında konuşup yazarlar ve hakkında konuşup yazdıkları şeyleri anlama ihtimalleri de yoktur.” seklinde tanımladığı bir gruba dahil olma tehlikesiyle karşı karşıya olmalarıdır.
Bu üzüntülü beyanattan sonra insani ve dünyayı anlama, algılama ve tanımlama konusundaki yazımı sonlandıracağım.